Ana Sayfa Künye Biz Kimiz Bize e-posta gönderin Abonelik
İlginç Seri
Aktüel
Sizin Sayfanız
Gündem
Arşiv
Çeşitli Siteler
Kilise Adresleri

Sizin Sayfanız Konuları

Dinler Neden Yetersiz

İncil Değişti mi?

İsa Ölmedi mi?

Düşmanlarımızı sevelim mi?

Kutsal Kitapta bayramlar

Kilise Nedir?

Hıristiyanlığı Kimden öğreniyorsun?

Neden Haç?

Bütünleyici Haç

Gerçekçiliğin Kuralları

Zulüm ve Zafer

ERMENİLER GÖÇMEN OLARAK YAŞARKEN ZORUNLU TEHCİR YAŞANMIŞ.

     Bu yazı Çanakkale Ermenilerinin 1915’deki songünlerini ve sürgünlerini anlatıyor. Bu yaşanmış bir olayın buruk anlatısıdır. Bu 24 Nisan 1915 tarihi ile simgelenen, 30 Mayıs 1915 tarihli yasa ile resmiyet kazanan, adına “Ermeni Tehciri” dedikleri bir yok oluşun, koca coğrafyada yaşayan bir halkın her türlü varlığıyla yok edilişinin canlı tarihidir.
    Anadolu ve Trakya şehirlerinde yaşananlardan sadece biridir. Buradaki kahramanlarımızın tek suçu ‘farklı kökenden’ olmalarıydı. Çünkü dağılan imparatorluğun geride kalan topraklarında tek din, tek millet kalsın isteniyordu. ‘Ermeni Tehciri’nin Doğu Vilayetlerinde asi Ermenilere uygulandığını ileri süren sözde araştırmacı-tarihçilerimizin de bu mezarsız ölüler diyarına yolculuğu okumalarını dilerim.
    Çanakkale’de iskeleden çıktıktan sonra biraz ileride sağ taraftaki sokakta saat kulesine ve saat meydanına varırsınız. Devam edersiniz Çanakkale’nin tarihi çarşı sokağı uzanır. Solda meşhur Aynalı Çarşı vardır. Hani “Çanakkale İçinde Aynalı Çarşı” türküsünde sözü geçen bu çarşıdır. Yahudi Çarşısı da denen, bu çarşıda 1900 lerin başında Ermeni, Rum ve Yahudi esnafın işyerleri vardı. Aynalı Çarşının karşısında ise Artin Ağa’nın Kahvehanesi vardı. Önünde avlusuyla büyükçe bir yerdi burası.
    Akşam gün batımı ile dükkânlarını kapatan esnaf evlerinde yemeklerini yiyip Artin Ağa’nın Kahvesine gelirlerdi. Tabakalarını açıp tütünlerini sararken Artin Ağa da ünlü dibek kahvesini bakır cezve ile kor ateşine sürerdi. Dibek kahvesi deyip geçmeyin. Çekirdek kahve el değirmeninde çekilmez, ceviz kütüğünden yapılan dibekte dövülürdü. Kahveye her giren kapının yanında bulunan dibekteki kahveyi birkaç kez döver sonra otururdu. Kimler gelmezdi ki oraya başta Aynalı Çarşı esnafı terzisi, ayakkabıcısı, düğmecisi, manifaturacısı, kuyumcusu, şapkacısı ve Aynalı Çarşı dışından esnaflar demirciden marangoza, uncudan, fırıncıya, nalbanttan, semerciye, yemeniciden, dericiye; kısaca Çanakkale’nin tüm varbetleri (ustaları) ve kâtibi, öğretmeni, eczacısı, doktoru, avukatı, genci yaşlısı sözün kısası Ermeni ahaliden herkesin uğrak yeriydi orası.
    Gençler sohbet eder, yaşlılar anılarını anlatırdı. Oyun olarak damayı tercih edelerdi. Hafta sonlarında kendi aralarında oluşturdukları, bayanların da katıldığı fasıl heyetleri yaşamlarına bir başka güzellik katardı. Udi Matyos’un fasıl gurubunun geldiği haftalarda ise Çanakkale’de her kesimden insanlar gelir, kahvehanenin içerisi, dışarısı dolar oturacak yer kalmazdı. Zaman zaman İstanbul’dan ve İzmir’den gelen kumpanyalar da eksik olmazdı. O akşam kahve epeyce kalabalıktı. ‘Palavracı’ balıkçı reislerimizden Tomas Dayı, Kasbar Dayı, Hovsep Dayı oradaydılar. Bakalım hangi maceralarını! anlatacaklardı. Gerçi bizim palavracıların maceralarını! Herkes defalarca dinlemişti. Ama her defasında palavralarına palavra ekledikleri için yine de dinlerken kahkahalarla gülüyorlar ve gençler “atmaaa atmaaa” diye bağırıyorlardı.
    Kahvedekiler bizim palavracıların etrafını sarmış, uncu Agop’u bekliyorlardı. Gerçi son zamanlarda pek keyifleri yoktu. Kötü haberler geliyor, kötü şeyler sezinliyorlardı. Agop biraz da bu havayı dağıtmak için bizim palavracıları yarışmaya çağırmıştı. Ama henüz kendisi gelmemişti. Nefes nefese kahveye girdi. Artin Ağa’ya bir şeyler anlattı. Artin Ağa elindeki cezveyle çöktü. Herkes oraya yöneldi. Haberler iyi değildi. Gelibolu’dan gelen değirmenci Haçadur’un damadının anlattığına göre Ermeniler topluca sürgüne gönderiliyordu. Gelibolu’dakilere tebliğ edilmiş üç gün süre tanımışlardı. Diğer yerlerden de benzer haberler vardı. Kahvenin havası birden değişti. Nedendi, suçları neydi? Müslim’i, gayrimüslimi hiç kimseyle bildik bileli sorunları olmamıştı. Bunun sebebini anlayamıyorlardı. İki ay kadar evvel, paskalya bayramından iki hafta sonraydı (24 Nisan) ileri gelenler toplanmış bir süre sonra geri gelecekleri söylenerek Anadolu’ya gönderilmişlerdi. Onlardan da hala bir haber yoktu.
Hükümet konağındaki Ermeni memurların da işlerine son verilmişti. Askerdeki Ermenilerin de silahları ellerinden alınıp gruplar halinde yol yapımı gibi işlerde ya da yük hayvanı olarak kullanıldıkları askerden kaçanlarca söyleniyordu. Dahası onların sonları hakkında hiçte iyi olmayan duyumlar vardı. Neler oluyordu? Doğru muydu acaba bunlar? Nereye sürülüyorlardı? Bunca insanı ne yaparlardı? Ne suçları vardı ki? Osmanlının ‘sadık milleti’ değiller miydi?
    Üç yıl önce Noradunkyan Paşa Hariciye Nazırı iken patlak veren Balkan Savaşına katılmışlar gönüllü birlik oluşturmuşlar, aslanlar gibi savaşmışlar nice ölü vermişlerdi. Daha birkaç ay önceki Çanakkale savaşında ölen Ermeni askerlerinin kanı kurumamıştı. Öyle kötü şeyler düşünmeye gerek yoktu. Yarın ola hayır ola deyip o akşam Artin Ağa’nın Kahvesinden erken dağıldılar. Ertesi akşam kahveye gelenler hiç konuşmuyor, tütün üzerine tütün sarıyorlardı. Gündüz sürgün tebliğini onlar da almıştı. Polis kapı kapı dolaşarak herkese bildirmişti. Ayrıca Hükümette katipken görevine son verilen Karekin Ahbar (ağbi) gelen gizli ve şifreli emri haber almıştı. Babı-ı Âlî Dahiliye Nezâreti.. Kal’a-ı Sultâniye Mutasarrıflığı’na Başlıklı şifreli emirde Ermenilerin Der-Zor ve Halep’in güneydoğusuna sevki isteniyordu. Altında “Nazır Tal’at” imzası vardı. Ertesi gün çevredeki Ezine, Ayvacık, Bayramiç, Biga, Lâpseki gibi tüm yerleşim yerlerindeki Mülk-ı Âmirliklere benzer emirlerin geldiği öğrenildi. Mesela “Ezine’de mevcut beş yüz Ermeni’nin nak-li hane (sürgün) ettirilmeleri” gibi şifreli emirlerle uygulamalar derhal başlıyordu. Yıllardan 1915 aylardan Haziran’ın 10’u günlerden perşembeydi. Kirazlar yeni olgunlaşmaya başlamıştı. Sabah ezanıyla birlikte Çanakkale merkezin 2660 kişilik Ermeni ahalisi saat meydanında toplanmaya başladı. Polisler, Jandarmalar ellerindeki listelerden okunan isimlerle 250-300 kişilik kafileler oluşturuluyordu. Saatçi Ohannes, Kunduracı Sarkis, Nalbant Armenak, Rahip Kirkor, Jamgoç (kilise görevlisi) Boğos ve bizim Uncu Agop henüz yoktu. Ohannesin sesi yukardan geldi. Kuledeki saati her gün kurup ayarlamak onun göreviydi. O günkü görevini de yapmalıydı. Sarkis nefes nefese geldi. Jandarma Komutanına yaptığı ayakkabıyı kalıptan çıkartmış, vermesi için dükkân komşusu Hacı Mehmet Efendi’ye bırakmıştı.
Gelen bir polis Nalbant Armenak’ın biraz sonra geleceğini bildiriyordu. Vali faytonunun atlarını nallıyordu. Rahip Kirkor, Surp Kevork kilisesine gelenlerle beraber sabah ayinini erken başlatıp, erken bitirmiş sonlarının hayırlı olması için dua etmişti. Boğos kilisesini temizlemiş mumları toplamış gelmişti.
Uncu Agop’sa yedeğinde bir eşekle köşeden döndü. Hamile eşini ve küçük çocuğunu düşünmeliydi.
Aznif Kuyrik (Abla) da geç gelenlerdendi. Ağrıyan belini tutarak geliyordu. Komşusu Şaziye Hanımın kızının düğünü vardı. Ona çeyiz olarak elleriyle ördüğü dantel takımını “Düğünde belki bulunamam, gidip gelememek, gelip görememek var.” diyerek vermiş, ağlaşarak ayrılmışlardı. Geç kalanlardan Aznif Kuyrik (Abla) da nefes nefese “Şu bizim Nurten’in çocuğu hastaydı, bir tas çorba yaptım.” diyerek anlatıyordu.
     Ermeni okulunun emekli öğretmenlerinden, herkesin yardımına koşan iyiliksever, mahallenin Arşaluys Yayası (Ninesi) de yoktu. Kocası Eczacı Kalust Efendi bir deri bir kemik kalmış, yatalaktı. Gitmek bir yana ayağa kalkacak hali yoktu. Çocukları olmamıştı kendisi de hastaydı.Sürgüne gitmemesi için çok yalvarmış; ama jandarma onları götürmekte kararlıydı. Arşaluys Yayanın ağlamasına komşuları Arif Beyle hanımı geldi. Onlar da jandarmayı ikna edemediler.Jandarma Arşaluys Yayayı kolundan tutup zorla götürmeye çalışıyorlardı. Arif Bey “Bunca yıllık komşuyuz bir birimizin acı tatlı günlerinde beraberdik. Nasıl olsa geri geleceksiniz Kalust Efendiye biz bakarız.” diyerek Arşaluys Yayayı ikna etti. Bir yanda hasta yatağında Kalust Efendi diğer tarafta jandarmanın kolunu bırakmadığı Arşaluys Yaya (büyük anne) ağlaşarak ayrıldılar. Ve o gün Jamgoç kilisenin çanını son kez çaldı. Mayrikler (anneler), kuyrikler (bacılar) son kez suladılar balkonlarındaki çiçeklerini, son kez yemlediler hayvanlarını. Müslüman komşularını son kez görüp gözleri yaşlı vedalaştılar. Gidebilenler son kez mum yaktı kiliselerinde. Ve o gün ayrı ayrı kafilelere düşenler son kez birbirlerini görüp vedalaştılar.
Ve yıllarını geçirdikleri o saat kulesi meydanında saatin ding-dangları son kez altı kere vururken, çoluk/çocuk, genç/ihtiyar, hasta/sağlıklı yola koyuldular.
    Giden kafiledekilerle sonrakilerde bulunan, nişanlılar, arkadaşlar, hısımlar, komşular, son kez birbirlerine ağlaşarak sarıldılar.Jandarmaların itiş kakışlarıyla zor ayrılıp yollarına devam ettiler. Son kez görmeye, helalleşmeye Müslüman komşular da gelmişlerdi. Onların da gözleri yaşlıydı. Kolay değildi, bunca yıllık komşulardan ayrılmak. Arif Bey de elinde bir çıkın yollukla gelmişti. Rahip Kirkor’u kafilenin arkasına çağırıp bir şeyler söylemek istedi. Söyleyemedi boğazı düğümlendi. Kısık sesle “Kalust Efendi sizler ömür.” diyebildi. İkisi de söyleyecek söz bulamadılar. Rahip Kirkor jandarmanın dürtüsüyle haç çıkartıp içinden dua ederek hızlı adımlarla kafileye yetişti. Arif Bey gidenlerin ardından yaşlı gözlerle bakakaldı. Bir haksızlık yaşanıyordu ama elinden bir şey gelmiyordu. O da komşularının kaderine ağlıyordu. Ermeni mezarlığına doğru yürümeye başladı. Eczacı Karnik Efendi son nefesini verirken “Beni anamın, babamın yanına göm hakkını helal et.” diye vasiyet etmişti. Bunca yıldır birbirlerini incitmedikleri komşusuna son görevini yapmalıydı.Ve Karnik Efendi Çanakkale Ermeni Mezarlığına Müslüman komşularınca, onların dualarıyla gömüldü. Böylece, Ermeni Mezarlığına gömülen son Ermeni Eczacı Karnik Efendi oldu. Sürgüne gidenler bulabildikleri kadar kağnı, eşek bulmuşlar. Yanlarına alabildikleri eşyalarını, yiyeceklerini yüklemişler, hastalarını, çocuklarını, hamilelerini bindirmişlerdi.
    Çanakkale’yi geride bıraktıktan sonra ilk konaklama yerleri Bandırma oldu. Kafiledeki jandarmalar ayrılmış jandarmanın yerine ‘Teşkilat’tan dedikleri acımasız birileri gelmişti. Onlardan birini tanıyorlardı.   Cinayet suçundan hapishanede olan ciğerci Arnavut Recep’in oğluydu. Ciğerci Recep çok iyi bir insandı ama oğlu hayırsız çıkmış babasını çok üzmüştü. Her türlü kötülüğü yapabilecek birisiydi.
Bandırma’dan sonra Bursa yolundaydılar. Dere kenarında mola yapmış bir şeyler yemek istiyorlardı. Recep’in oğlu daldı içlerine. “Sende hep gözüm vardı.” diyerek terzi Yeprem’in kızını kolundan çekerek ağaçların arkasına götürmeye başladı. Garbis kardeşinin arkasından koşarken bir silah sesi işitildi. Garbis’in önce gömleği kızardı sonra da oracıkta yığıldı. Bir süre sonra bir silah sesi daha işitildi. Recep’in oğlu “yola devam” diye bağırarak geri gelmişti ama kızcağız yoktu. İki kardeşin üzerine bir avuç toprak bile atamadılar. Rahip Kirkor yine dua ederek çaresizce yürümeye başladı. Aslında hepsi de çaresizdi. Üç hafta kadar sonra Eskişehir’e ulaştılar. Ulaştılar ama birde onlara soralım. Her konaklama yerine biraz daha azalarak ulaşıyorlardı. Yaşlılar, hastalar, yola dayanamayan çocuklar bir bir ölüyordu.
Onlar mezarsız ölüydüler. Yapabilecekleri bir şey yoktu. Kızlara, kadınlara tecavüz ediliyor, alınıp götürülüyor, karşı gelenler hemen öldürülüyordu. Yol kenarlarında, dağların tepelerin aralarında tek tek ve topluca öldürülen insanlar vardı. Sonlarının ne olacağını daha yolculuklarının başında anlamışlardı.
24 Nisan’da toplanıp götürülen aydınların, ileri gelenlerin de başlarına neler geldiğini şimdi çok iyi anlıyorlardı. Eskişehir İstasyon civarı Marmara ve Trakya’dan gelen sürgünlerin toplama merkeziydi. Yaya ve hayvan vagonlarıyla her gün grup grup salkım saçak insanlar geliyordu. Adım atacak yer kalmamıştı. Binlerce insan vardı. Aç, susuz, yorgun yazın o sıcağında perişan haldeydiler. Porsuk Çayı’nın kenarında, İstasyon çevresinde, sokak aralarında, kapı önlerinde konaklamışlar günlerdir yerlerde yatıyorlardı. Ağızlarına mendil koyup süzerek Porsuk Çayı suyunu içiyorlar; çayın kenarından yenecek bitkileri topluyor, yiyor ve çıkınlarına koyuyorlardı.
    Birbirlerini kaybedenler, ailesini kaybeden ağlayan çocuklar. Ölenler, ölenler. Eskişehir Ermeni mezarlığında gömü yeri kalmamıştı. İnsanlar yarınlarını göremiyorlardı.Uncu Agop kafile arkadaşlarının mümkün olduğunca toplu şekilde bulunmaları için gayret ediyordu. Ama grubu her adımda eksiliyordu. Hakim olan tek şey çaresizlikti. Yaya olarak Kütahya’ya sevk başladı. Kaç gün kaldılar bilmiyorum Afyona gönderildiler. Temmuz sıcağında dayanacak halleri kalmamıştı. Üstleri başları perişandı. Ayakkabıları eskimiş, parçalanmış yaz sıcağında çoğu toprak yolda yalın ayaktı. Ayakları kan revan içerisindeydi. Üstelik adım atacak dermanları kalmamıştı. İç çamaşırlarını, gömleklerini parçalayıp ayaklarına bağlıyorlardı.
    Eşkiya saldırıları, hastalık, ihtiyarlık, yorgunluk, susuzluk, açlık, pislik, sivrisinek…her adım bir başka ölüm demekti. Ölüme kanıksamışlardı, ağlayamıyorlardı bile. Her konaklama ve toplanma yerinde mahkumlardan oluştuğunu öğrendikleri ‘Teşkilat’ dedikleri silahlı grupların yaptıkları tecavüzler, katliamlar bile artık onları üzmüyordu. Uncu Agop’un Çanakkale kafilesinden çok az kimse kalmıştı. Değişik yerlerden gelen bu çaresiz insanlardan yeni yeni gruplar oluşturuldu. Hayvan vagonlarıyla Konya’ya geldiler.Konya Eskişehir’den farklı değildi. Trenlerle Adana Pozantı’ya gönderilecekleri ve orada yolculuklarının sona ereceği ürpertiyle söyleniyordu. Gülek Boğazı onlar için ölüm geçidiydi. Bulundukları cehennemden hem kurtulmak istiyorlar hem de gitmekten korkuyorlardı. Konya’dan yine hayvan vagonlarıyla Adana’ya gönderildiler. Pozantı’yı trenle geçtikleri için diğer bölgelerden yaya gelenlerin Gülek Boğazındaki acı sonlarını şimdilik paylaşmamışlardı.
    Adana hepsinden beterdi. Üstelik ağustos sonu sıcağında ne paraları kalmıştı ne de dermanları. Birer iskelet olmuşlardı. Artık topladıkları bitkileri yiyip, sulu bitkilerin sularını emiyorlardı. Tanrıya olan inançları dâhil her şeylerini yitirmişlerdi. Üstüne üstlük bu şartlar altında bizim Agop’un hamile eşi ikinci çocuğunu doğurdu. Agop’un Takfor’dan sonra şimdi ikinci bir oğlu daha olmuştu. Adını Bedros koydular. Adana’ya kadar gelebilen insanlardan yeni yeni gruplar oluşturdular. Her biri başka başka diyarlardan gelmiş birbirlerini tanımayan ve ortak kaderleri kesişen insanlardı bunlar.
Osmaniye, Antep’ten Halep’in güneyine, Der Zor’a nasıl gideceklerdi? Agop, bu şartlara çocuklarının ve zaten aşırı yorgun ve halsiz kalan eşinin dayanamayacağını düşündü. Kaçmalıydı şansını denemeliydi. Yolda yakalanırsa mı? Ne değişirdi ki. Ha öyle, ha böyle. Ve ne yaptı etti çocuğunun külotuna sakladığı son para sayesinde Antep’e gitmeden Kırıkhan’dan Halep’e ulaşmanın yolunu buldu. Çanakkale’den ayrılalı üç buçuk ay olmuştu. Ne Çanakkale’deki diğer kafilelerden ne de kendi kafilesinden kimseye rastlayamadı. 2660 kişiden Suriye çöllerine kaç kişi sağ olarak ulaşabildi? Uzun yaşamında onu hiç öğrenemedi. Halep’in güneyinde çadırlarda, yerlerde on binlerce insan vardı. Oradan da daha ötelere, çöle ölüme yolluyorlardı. Bir fırında iş buldu. Halep’de dört yıl kaldı. Ortalık düzeldi dediler. Çanakkale baba, ata memleketiydi. Üstelik orada evi, dükkânı vardı gittiği yoldan geri döndü.
Keşke dönmez olaydı. Ne ev kalmıştı ne dükkânı. Onlar artık başkalarının olmuştu. “Emval-ı Metruke Komisyonu” diyorlar; “Emval-ı Metruke Kanunu” diyorlar; Kuvay-ı Milliye diyorlar, diyorlar, diyorlar. Ama o bir şey anlamıyordu. Anlamasına da gerek yoktu. O bir tek şey anlamıştı; onu oraya bağlayan hiçbir şey kalmamıştı.
    Okulu, kilisesi, komşuları akrabaları, Artin Ağa’nın kahvesi yoktu. Bir kere daha yıkıldı. Çanakkale’den ayrıldıkları gün toplandıkları saat meydanındaydı.Yanında karısı Siranuş, dokuz yaşındaki Takfor, dört yaşındaki Bedros’la yapayalnızdı. Şöyle bir etrafa bakındı. Aynalı Çarşıya gitti. Ne terzi Yeprem ne düğmeci Lusin kuyrik ne kunduracı Sarkis ne diğerleri hiçbiri yoktu. Çanakkale çarşısından dükkânlara bak baka geri döndü. Burada izlerinin silindiğini tahmin etmemişti. Geldiğine pişman oldu. İstanbul’a gitmeye karar verdi. Fırıncı Kaspar’ın eski fırınından ekmek, yanındaki peynirciden Ezine peyniri alıp vapur saatini sordu. Saat kulesinin yanında yere oturup yediler. Vapur saatine ne kadar vardı? Kuledeki saate baktı. Saat çalışmıyordu. Bir ses işitti. Dükkân komşusu, çocukluk ve askerlik arkadaşı, Ahmet’ti. Sarıldılar. Ayrılamadılar bir süre. Gözleri doldu, yine sarıldılar. İkisi de konuşamadı. Ahmet: “Saatçi Ohannes Varbet (Usta) gideli bu saat de yasta çalışmıyor”. Diye başladı... “Eve gidelim bizde kal.” dedi. Agop Çanakkale’de daha fazla kalamayacağını anlamıştı. Vapur saatine az bir zaman vardı. Dardanel yolu üzerindeki vaftiz olduğu, dini nikahının kıyıldığı Surp Kevork Kilisesini ve yanında bulunan mezarlığı görmek istedi.
    Kilise dört duvar kalmıştı. Mezarlığı otlar kaplamıştı. Bir çocuk koyun otlatıyordu. Aile Mezarları şu köşedeydi. Babası, annesi, genç yaşta ölen kız kardeşi ve diğerleri oradaydı. Hareketsiz kala kaldı. Boş gözlerle şöyle bir etrafa bakındı. Koyun otlatan çocuğun “dayı neye baktın burası gavur mezarlığı” diye seslenmesiyle kendine geldi. Eşine ve çocuklarına “gide durun ben geliyorum” dedi. Mezarlıktan kiliseye doğru bakınırken belleği hızla geriye gitti, geldi. Çanakkale’ye geleli, tuttuğu gözyaşlarını çocuklarına göstermek istemiyordu. Gözlerini kollarıyla sildi, gömleğini pantolonunun içinden çıkartıp bir daha bir daha sildi, onlara yetişti. Karısı Siranuş’un da gözleri yaşlıydı. Çocuklarına belli etmeden o da ağlıyordu. İskeleye doğru geri döndüler. Vapurdaydı, Çanakkale’ye buğulu gözlerle bir kez daha bakarak veda edip İstanbul’a geldiler. Eminönü’de vapurdan indiler. İlk defa geldiği İstanbul’da kimseyi tanımıyor, hiçbir yeri bilmiyordu. Üstelik parası da kalmamıştı. Çocuklar da kendileri de acıkmıştı. Yeni Cami yakınında bir dükkâncıya Ermeni Patrikhanesini-Meryem Ana Kilisesini sordu. Yaya olarak Kumkapı’ya Meryem Ana Kilisesine gittiler. Daha doğrusu sığındılar. Surp Harutyun Kilisesinin yan sokağındaki kilise evlerinde bir odaya yerleştirildiler. Zor günler geçirdi. Üst baş yoktu kış gelmişti. Çocukların ayakkabıları takunya/terlikti. Kendisi bir fabrikada iş buldu. Çocuklarını okula verdi. Daha sonra da ayakkabıcı yanına çırak, Çanakkaleli Agop’u uzun ömrünün son yıllarında tanıdım. Belleğinde iz bırakan anılarından defalarca dinlediklerim ve not aldıklarımdı yukarıda anlattıklarım. Aslında bu topraklardaki iki milyon Ermeni’nin hikâyesiydi bu.
    24 Nisan 1915’le simgelenen bir halkın yok oluşu işte buydu. Önce tüm aydınlar, ileri gelenler, toplum önderleri 24 Nisan’da toplandı, başta Çankırı ve Ayaş olmak üzere Anadolu’ya ölüm yolculuğuna gönderildiler. Sonra sesini yitiren, başsız, öndersiz kalan Ermeni halkı çoluk çocuk, genç, yaşlı aynı takvim içerisinde, aynı şekilde, aynı gerekçelerle, aynı yöntemlerle, merkezden gelen şifreli emirler doğrultusunda Anadolu’nun ve Trakya’nın tüm yerleşin yerlerinden sökülüp kafileler halinde ölüne, çöllere sürüldüler. Aynı kaderi paylaştılar.
    Yollara döküldüklerinde bu topraklarda yaşayan 11-12 milyon insandan 2 milyonu onlardı. Bu toprakların yazılı tarihten bu yana bilinen yerli halkıydılar. Bir buçuk milyonu döküldükleri ölüm yollarında yok oldular. Geride bıraktıkları, binlerle ifade edilen kilise ve okulları, milyonla ifade edilen mal/mülk neleri varsa ganimet olarak paylaşıldı.
    1915 neydi? İsmi tartışılıyor. Soykırım, sürgün, kıyım, büyük felaket,.. Sonuç bu olduktan sonra siz ona düğün/bayram deseniz ne değişir ki.
    1915’in mezarsız ölülerini ve saygıyla anıyorum.
                                                                               Yervant Özuzun Nisan 2000


 



55

 



©Copyright 2001 Kapsam